20 SENE ÖNCE ...
On beş yaşındaki Yekta, alnındaki teri silerken ona bir bardak soğuk kola veren ablası Armağan'a gülümsedi. "Teşekkür ederim abla."
Armağan ondan sadece beş yaş büyüktü ve üniversite tatile girdiği için İstanbul'dan Bodrum'a gelmişti. O yanlarında olmadığı zaman Yekta ablasını çok özlüyordu. Anne babası ile birlikte aile lokantalarında yarı zamanlı olarak çalışıyordu.
Liseden ve ödevlerinden arta kalan zamanlarda çalıştığı, küçük de olsa onları geçindiren bu lokantada ablasının da yanlarında olmasını istiyordu ama Armağan okuyup doktor olmak istiyordu.
Yekta da onun doktor olmasını çok istiyordu çünkü ablası çok iyi bir doktor olurdu.
"Hadi gel biraz dinlen Yekta."
Yekta annesine döndü ve gülümsedi. "Biraz daha işim var anne. Musluk iyice bozulmuş. Tesisatı bir elden geçirmek lazım."
Başında duran Armağan, neşeli bir sesle, "Sen mi elden geçireceksin tesisatı?" Diye sordu.
Yekta içtiği kolanın bardağını lokantanın mutfak tezgahına bıraktı. "O kadar becerikli değiliz daha ama yaparız bir şeyler." İngiliz anahtarını eline aldı ve ablasına gülümsedi. "Bu iş bitsin de seninle dondurma yemeğe gidelim mi abla?"
Armağan ona başka bir ingiliz anahtarı daha uzattı. "Gideriz ablacım, önce bir tatlı yeriz. Sonra da dondurma."
"Şu işleri bitirelim de gidersiniz,"diye seslendi annesi. Yarınki yemekler için hazırlık yapıyordu. Aile lokantasına insanların gösterdikleri ilgi çok büyüktü. Yekta, annesinin yemekleri yüzünden durumun böyle olduğunu biliyordu. Hiçbir yerde annesinin yemeklerinin tadını alamazdı ve kolay kolay dışarıda yemek yemezdi.
"Emir büyük yerden," Armağan ona gülümsedi. "Yardım edecek bir şey varsa söyle ben de yardım edeyim. Çabucak halleder ve gideriz."
"Hallettim." Ayağa kalktı ve vanayı açtıktan sonra musluğu kontrol etti. Sorunsuz bir şekilde suyun aktığını görünce ablası onun için bir alkış tuttu.
Yekta utanarak, "Aman abla,"diye mırıldandı. "Sanki çok bir şey yaptım."
"Babamız burada olsaydı, o hallederdi ama Allah bilir nerede."
Anneleri Nefise Hanım, "Babanız birazdan gelecek."diye duyurdu. "Eve kadar gitti."
Yekta doğruldu ve şöyle bir üzerini silkeledikten sonra musluğu açıp elini yüzünü yıkadı. Sıcak havalar insanı bunaltıyordu. Akşam olmasına rağmen havadaki nem hissedilir derecede fazlaydı.
"Babamın gelmesini bekleyelim o zaman. Biz öyle çıkarız anne."
Kapının açıldığını duydular ve başlarını çevirdiklerinde babalarının içeriye girdiğini gördüler. Yekta başka bir şey söylesem kabul olur muydu acaba diye düşündü ve gülümsedi. "Biz de senden bahsediyorduk baba."
"Hayırdır? Ne çekiştiriyordunuz yine?" Babaları Halil gülerek onlara sataştı.
"Dışarı çıkacağız da senin gelmeni bekliyorduk baba."
Babaları gülümseyerek mutfağa girdi ve direkt karısının yanına yürüdü.
Yekta ile Armağan şöyle bir etrafa bakındılar ve anne babaları mutfakta sohbete dalınca onlara hoşçakal deyip masaların olduğu yere geldiler. Yekta cep telefonunu cebine koyup, ablası için kapıyı açarken Armağan ona okulda yaşadığı komik bir anısını anlatıyordu.
Yekta ilk önce patinaj yapan arabaların sesini duydu. Sahile bakan sokakta bir gürültü koptu. Genç adam başını kaldırıp gürültünün geldiği yöne baktığında, iki tane büyük bir jeep arabanın son hızla kendilerine doğru geldiğini gördü. Kaçmaya, ya da ablasını güvence altına almaya fırsat bulamadan jeep önlerinde durdu ve içinden yüzlerinde siyah maskeler giyen adamlar inmeye başladı.
Armağan'ın ağzından, Yekta'nın kulaklarını sağır edecek bir çığlık koptu ve genç adam iç güdüsel bir şekilde ablasının önüne geçerek onu içeri itmeye çalıştı ancak başarısız oldu. İçeriye girseler bile duvarlar camdı. Adamların elinde uzun güçlü silahlar vardı.
Bir tanesi elindeki silahla mekanın camını indirdi. Çıkan korkunç ses, Yekta'nın dizlerinin çözülmesine yetti. Hırlayarak ablasını, içerideki anne babasını korumak için adamların üzerine atıldı.
Ancak iki tanesi onu kollarından kolaylıkla yakaladı.
Çığlıklar, bağırış çağırışlar bütün sokakta yankılanıyordu. Adamların yoldan geçen birkaç kişiyi de vurduklarını gördü. Dehşet kanını buz gibi dondurdu ve ablasına bağırdı.
Adamlar onu sürükleyerek içeriye taşıdı ve Yekta başını kaldırıp arkasına bakmaya çalıştığında adamlardan üçünün ailesini zaptettiğini gördü.
Annesi, babası ve ablası yere diz çöktürülmüştü. Bir adam özellikle babasının başına silah dayamıştı ve Yekta'nın elinden hiçbir şey gelmiyordu. Küfürleri sıralayarak onlara bağırdı, yalvardı. Hiçbir şey anlamıyordu. Ne yapmışlardı? Ne suçları vardı? Bütün bunlar neden onların başına gelmişti?
Adamın biri, tok bir sesle babasına, "Şimdi ne yapmayı planlıyorsun Halil?" diye sordu. Gevrek gevrek sırıtıyordu. Yekta çırpınıyor, onu tutan pis kollardan sıyrılmaya çalışıyordu. Annesi ile ablası hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.
"Ne olur bana biraz daha zaman verin,"diye yalvaran babasına hayretle baktı. Ne için yalvarıyordu? Neden yalvarıyordu?
Adam onun suratına bir tane tokat indirdi. "Bu sana verilmiş kaçıncı zaman? Sen Abdal ağabeyi salak mı sandın? Para istemek kolay ya sonra ödemek? Altından kalkamayacağın işin başına geçmeyecektin. Aldığın parayla burayı mı açtın?" Tükürür gibi konuşarak babasının suratına eğildi ve kirli dişlerini göstererek sertçe konuştu. "Parayı götürürken sıkıntı yok, ama iş geri ödemeye gelince sıkıntı var öyle mi?"
Bu adamlar tefeci miydi? Babası adamlardan borç para mı almıştı? İyi de neden? Borçları yoktu ki? Ayrıca bu lokanta yeni açılmış sayılmazdı. Bu durumda babası paraları ne yapmıştı?
"Bakın, ne olur yalvarırım size aileme bir şey yapmayın! Ne olur! Parayı ödeyeceğim, söz veriyorum. Ödeyeceğim. Banka kredi vermeyi kabul ettiği zaman ödeyeceğim. Kabul edecek. Bugün yarın haber verecekler, ne olur bana üç gün daha müsaade verin! Ne olur!"
Yekta adamın maskenin ardında görünen gözlerinden ona üç gün vermeyeceğini anladı ve çırpınarak adamın üzerine atlamaya çalıştı. Ancak birisi ağzının üzerine bir tane patlatınca kan fışkırarak yere düştü. Hemen ardından karnına bir tekme indi ve öksürerek yerde sürüklenmeye başladı.
Babasının yalvardığını duyuyor, ablası ile annesinin çığlıklarıyla kanı buz kesiyordu. Birden bir silah sesi patladı ve Yekta'nın kulakları çınladı. Başını güçlükle kaldırıp baktığında babasının kanlar içinde yerde yattığını gördü.
Çığlıklar havayı doldurdu. Yekta birden güçlenerek ayağa kalktı ve kalktığı an birisi beline tekme ile vurarak onu tekrar yere yapıştırdı. Başını sert bir şekilde betona çarptı. Annesinin güç bela adamların üzerine atladığını gördü ve hemen ardından bir silah sesi daha patladı. Ablasının, "ANNE!!!" diye bağırdığını duydu. Çığlığı o kadar yüksekti ki adamlardan birisi ablasının yüzünü kavrayıp eliyle ağzını kapattı. Ancak Armağan çırpınarak adamın elinden kurtulmaya, yerde yatan annesi ile babasına ulaşmaya çalıştı.
Adam Armağan'ın saçını çekti ve başını geriye doğru çekti. Yekta ağzından kan çıkarken doğrulmaya çalıştı. Gözlerinden yaşlar akıyor, ağzından akan kana karışıyordu. Başının çınladığını hissediyordu ama yüreği yanıyordu. Üzerindeki adamı devirmeye onu itmeye çalıştı ama adamlar onu kolaylıkla zaptetiyordu.
"Abla.." ağzından çıkan kısık ses nefesinin kesilmesine neden oldu.
Armağan adamın ellerinde çırpınıyor, kurtulmaya çalışıyordu ama adamın tutuşu öyle kuvvetliydi ki kaçamıyordu.
"Bu parçayı bizle götürelim,"diyen adamın sesini duyan Yekta öfkeyle kalkmaya, hıncını göstermeye çalıştı ancak kafasına bir darbe daha indi. Bu sefer silahın kabzasıyla vurulmuştu.
Armağan'ın gözlerinin iri iri açıldığını görebiliyordu. Ablasının gözündeki korku dolu ifade genç adamın zihnine kazındı. Muhtemelen oradan asla silinmeyecekti.
"Ablamı bırakın,"diye fısıldadı. Gözleri kararıyordu. Aldığı darbeler nefesini kesmişti. "Ablam.."
Anne ve babasının yerde yatan bedenlerine bakamıyordu bile. Korkuyordu. Ölmüşler miydi? Yoksa hala yaşıyorlar mıydı? Babasının başından vurulduğunu görmüştü. Başından vurulanlar hemen ölüyorlardı. Babası ölmüş müydü? Boğazına gelen safra midesini yaktı ve genç adam ablasına uzanmaya çalıştı. Çaresizce.
"Abla.."
Ablası aklını kaçırmış gibi hareket ediyordu. Adamların ellerinde çırpınıyordu.
Birisi, "Polisler gelmeden buradan gidelim."dedi.
Armağan'ı tutan adam, "Bunu da götürelim,"diye konuştu. "Kızların arasında eğitilir. Güzel de bir şey. Para yerine bu parçayı getirdiğimizi öğrenen Abdal ağabey çok sevinecek."
Yekta da aklını kaybetmek üzereydi. Hala deliler gibi öfkeli hissedebildiğine göre hala aklını kaybetmemişti. Armağan'ı ayağa kaldırıp zorla sürüklemeye başladılar. Elleri ve kollarından tutan adamlar ise Yekta'yı sarsarak, Yekta'nın liderleri olduğunu düşündüğü adama, "Bu çocuğu ne yapalım?"dedi.
"İşini bitirin. Kızı alıyorum. Kameralar var mı diye kontrol edin."
O Armağan'ı götürürken Yekta yerde debelenmeye başladı. Kolları sıyrılmış, dudağı patlamış, başı şişmiş bir halde yerde yatıyordu. Adamın birisi üzerine çökmüş, diğeri ise ayaklarını tutmuştu. Ağzı burnu kan içindeydi ve onları nasıl durduracağını bilemeyerek debelenmeye devam ediyordu. Armağan.
Armağan'ın çığlıkları kulaklarını yakıyordu. Ablasını götüremezlerdi. Ablası...
Sırtının arkasındaki yük kalktı ve Yekta onlar kalkar kalkmaz hızla doğrulmaya çalıştı ancak sırtında delip geçen ateş gibi kavuran mermiler onu yere yapıştırdı. Genç adam çaresizce inleyerek ellerini yere koydu. Kavuran bir ateş daha sırtına indi.
Armağan'ın iri iri açılan gözlerinin baktığı yerde Yekta gözlerini yumdu. Parmakları ileri doğru atılmış, ablasına uzanmak ister gibi kıvrılmıştı. Ama ulaşamamıştı.
***
Radyoda çalan müziğe kulak verdiğimde ondan uzaklaşmak için gecenin bir yarısı arabama atlamış nereye gittiğimi bile bilmediğim yollarda ilerliyordum. Önceden şarkıların benim için bir anlamı olmazdı. Bir kelimeye bin anlam yüklemez, onun gözlerinin ne kadar güzel olduğunu düşünmez ya da bana neden öyle baktığını anlamaya çalışmazdım. Ama yüreğim böylesine yanarken bedenimi ele geçiren bir gücün şarkılarla beslendiğine yemin edebilirdim. Yoksa Zeynep Casalini'in 'Duvar' şarkısını ilk çıktığı zamanlar bile bu kadar önemsemezken, artık tozlanmaya yüz tutmuş haliyle bütün ilgimi çekmesinin başka bir anlamı olamazdı.
Sözleri bana onu hatırlatıyordu. Ve beni. Ona geri dönülemez bir şekilde aşık olan beni. İmkansızı, olmayacak olanı isteyen beni. Aşktan bu kadar kaçarken aslında ona doğru son sürat koştuğumu nereden bilebilirdim ki?
Bu gece peşimden gelmeyeceğini biliyordum. Hayır gelmeyecekti. Yine o umursamaz tavrını takınıp dönüp gidecekti. Nereye olduğunu bile bilmediğim o yere gidecek ve belki de günler boyunca gelmeyecekti. Sevmeyi bilmeyen bir adam hep kaçardı zaten. Ne bekliyordum ki?
Bu kez bitmişti.
Bu kez gerçekten bitmişti.
Bu sefer ben değil, o bitirmişti.
AŞK SERİSİ 4. KİTAPTIR (GAMZE'nin Hikayesi)
"Ona bir bak! Onunla beni bir arada düşünebiliyor musun gerçekten?"
☙❧
"Onu istemiyorum! Onunla ilgili hiçbir şey istemiyorum. Onu görmek bile istemiyorum ama sen ikimizi bir araya getirmek için canla başla çabaladığından onu sürekli görmek zorunda kalıyorum!"
☙ ❧
"Beni hayata döndürecek kadın o mu? Ona dönüp bir baksana! Hiç bana benziyor mu? Birbirimizin ne kadar farklı olduğunu göremiyor musun?"
●
O Kuzgun'du. Kuzgunlar gece gibi siyah olurdu. Gecenin karasını kanatlarında taşır, yüreğini de siyaha boyayan duygular gözlerinden okunurdu. Asla acısını belli etmez, asla gün ışığına aldanmazlardı. Aşkın varlığını dahi bilmezler, onu görmek ve solumak istemezlerdi. Karanın rengini almış ruhları, bir sis gibi hareketlerine yayılırdı. Kuzgun yakardı; siyahıyla, gecesinin acısıyla, sevişiyle ve acısıyla.
O ne kadar siyahsa, ben o kadar beyazdım sanki.Gece gibi kara bakışlarına bakıyor ve görsün istiyordum. O kadar derin, o kadar koyu ve o kadar çok şey anlatan bir bakıştı ki, ya da ben öyle sandım, içim titredi. Peri'si olarak ona tutunmak, o bakışlardaki acıyı ve çaresizliği ondan alıp sonsuza kadar yok etmek istedim. Biliyordum, bana ihtiyacı vardı. Bana ihtiyacı vardı ve bunu dile getiremiyordu. Çünkü çok gururluydu. Çünkü gururun onu koruduğunu düşünüyordu. Oysa gurur, bizi hayattaki güzel şeylerden alıkoyuyordu: cesaretli olmaktan, korkusuz olmaktan, sevmekten, yaşamaktan alıkoyuyordu. Bunu göremiyor muydu? Bunu hissedemiyor muydu?
Ona, "Yeter artık," diye fısıldamak istedim. "Görmelisin artık beni. Ve teslim olmalısın..."
Ama hiçbir şey diyemedim. Biz kelimeler hakkında ne bilirdik ki? Ve duygular hakkında? Konuşamayacak kadar yoğun duygular boğazımızda düğümlenirken titrerdik ancak dil kemiğe bürünüp de söze gelmezdi. Su bütün sızıları dindirirdi ama suyun sızladığını kimse bilmezdi. Çok sarsan bir acıymış gibi gözlerimi kapatmak istedim. Suyun sızısını içimde hissetmek istedim.
Sızılarımı dindirebilseydi, ona ne derdim?
***
Gökyüzündeki yıldızlar öyle güzel görünüyordu ki, genç adam onların her birine dokunmak istiyordu. Hemen yanında onun gibi sırtüstü uzanmış ablasına başını çevirerek, "Sence yıldızlar gerçekten de ölen insanları mı temsil eder abla?" diye sordu.
Armağan ile gece yarısı, bu yaz sıcağında çoğu zaman evlerinin teraslarında uyurlardı. Üniversite tatile girdiği için çok seviniyordu. Ablası olmadan geçen günler gerçekten tatsızdı. Onunla konuşabilmenin verdiği keyifi hiç kimse vermiyordu. Armağan onun için çok değerliydi. Bir abladan öte bir arkadaştı sanki. O kendisine kitap okuduğunda büyülü bir sesi varmış gibi okuduklarına dalıp giderdi.
Ne zaman yardıma ihtiyacı olsa ablası her zaman ona yardım ederdi. İçinde en ufak bir sıkıntı taşısa dahi, ablası bunu fark eder ve onu neşelendirirdi. Hayat o olmadan çekilmez olurdu ve okulunun bir an önce bitmesini ve temelli kendilerine geri dönmesini çok istiyordu.
Ablası çok iyi bir doktor olmak istiyordu. Yekta onu destekliyordu. Ve çok iyi bir doktor olacağından da emindi. Sadece yanında olsun yeterdi. Belki evlenmeyi bile düşünmez ablasıyla yaşardı. Görünmez bir iple ona bağlı gibiydi. Armağan da aynı şekilde onu çok severdi. İki kardeş birbirinden güzel anılara sahipti.
Ve işte yine o güzel anılardan birinde, terasta uzanmış yıldızları seyrediyorlardı.
"Bilmem. Belki gerçektir, belki de değildir..." Armağan ona gülümsedi. Ablası gülümsediğinde çok güzel oluyordu. Zaten güzeldi ama gülümsemek ona o kadar çok yakışıyordu ki Yekta ona nazar değecek diye çok korkuyordu.
"Peki günün birinde biz ölürsek, birbirimizi nasıl bulacağız abla?"
Ölüm onu çok korkutuyordu. Kendisi için değil. Ablasını kaybetmekten korkuyordu. Onun tırnağına zarar gelsin istemezdi.
"Birbirimizi aramadan bulacağımıza eminim delikanlı,"diye takıldı Armağan ve gülümsedi. "Seninle aramızda bizi birbirimize bağlayan parlak bir ip var. Bilmiyor musun?"
Yekta gülümsedi. Doğruydu.
"Peki sence günün birinde ben aşık olacak mıyım abla?"
Armağan'ın tatlı kıkırtısı kulaklarına çalındı. Ablasını herkesten, her şeyden saklamak, sakınmak istiyordu.
"Olacaksın tabi yakışıklım! Senin gibi yakışıklı bir adamı görüp de beğenmeyen kız mı olur?"
"Ama lisedeki kızlar bana bakmıyor." diye burun kıvırdı Yekta. Gerçi o kızların hepsi de aklı bir karış havada geziyordu. Yekta onları hiç beğenmiyordu.
"Onlar kendi işlerine baksın."dedi Armağan. "Senin kısmetin daha güzel, daha akıllı ve daha iyi bir insandır eminim."
Yekta gülümsedi. Ablası öyle diyorsa öyleydi. "Peki sence şuan ne yapıyordur?" diye sordu gelecekteki aşık olacağı kadını düşünerek.
Armağan kahkaha attı. "Muhtemelen uyuyordur."
Yekta da güldü. Armağan komikti. O birtaneydi. Yekta her zaman onun mükemmel bir insan olduğunu düşünürdü. "Peki sence beni gerçekten de sevecek midir abla?"
"Sevecektir."
"Peki ben ona nasıl aşık olacağım?" diye sordu bu sefer.
Armağan başını yıldızlara çevirdi. "Çok basit. Aşık olmak çok kolaydır Yekta. Kendini birden ona kapılmış halde bulursun. Ne zaman olduğunu anlamazsın bile."
Ablasının da birisine aşık olduğunu biliyordu. O kişinin ablasının kalbini kırdığını da biliyordu. Yekta o kişiyi öldürmek istiyordu. Ablasının kalbini kırdığı için onunla ölümüne dövüşmeye hazırdı.
"Peki aşık olduğumu nasıl anlayacağım?"
Armağan gülümsedi. "Onun insanların kalbine dokunduğunu gördüğün an, kendi kalbine de dokunduğunu anlayacaksın."
"Benim için tek önemli şey sensin abla. Eğer ileride seveceğim kadın seni benim gibi severse, onu sevmesem de onunla evlenirim zaten."
Armağan, "Bu yeterli mi?" Diye sordu.
Yekta,"Yeterli." Diye cevap verdi.
***
Yekta'nın hikayesi devam ediyor...
19 SENE ÖNCE
Gökten boşanırcasına yağan yağmurun altında, ellerini ceplerine sokmuş, karanlık sokaklarda yürüyen Yekta, hava buz gibi olmasına rağmen içinin ateşlerle kavrulduğunu biliyordu. Bütün hayatı elinden alınmış bir çocuk olarak belki de yapacağı en doğru şey onu sahiplenecek sosyal hizmetlere başvurması olacaktı. Ailesinin korkunç bir katliama kurban gittiği bir sene öncesinde Yekta daha hastanedeyken onu sahiplenecek akrabalarını araştırmışlardı.
Onları sayıp seven teyzeleri vardı. Yekta'ya da bakmayı üstlenmişlerdi ama genç adam artık hiçbir yere ait olmadığını biliyordu. Sosyal hizmetler belki onun için tek seçenekti ama kime faydası vardı? Kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, için için ateşle yanan bir adamdı. Ona hiçbir şey iyi gelmezdi.
Bir ay boyunca komada kaldıktan sonra gözlerini açtığında, gözlerini açmamış olmayı diledi. Kimseyle konuşmadı. Kimseye olanları anlatmadı. Tek görgü tanığı olarak onu sorgulamak isteyen polislere görmeyen gözlerle baktı.
İyileşme sürecinde doktorlar onun çocuk psikoloğundan destek almasına karar verdiklerinde Yekta yok olan ruhunun tekrar geri gelmeyeceğini daha o anda biliyordu.
On altı yaşındaydı.
Ve gecelerini neredeyse uyumayarak geçiriyordu.
İyileştikten sonra hastaneden kaçmış ve evlerine dönmüştü. O eve girmek o kadar zor gelmişti ki kapıdan geri dönmüştü. O günden beri sokaklarda uyuyor, yemek bulduğunda yiyor, hırsızlık yaparak para kazanıyor ve polisleri gördüğü yerde kaçıyordu.
Gezdiği sokak aralarının, kabadayılar alemine ait olduğunu biliyordu. Bunu diğer sokak çocukları aralarında konuşurken duymuştu. Yekta kimse için haraç toplamıyordu ya da kimse için hırsızlık yapmıyordu. Paralarını çaldıkları kişi kibirli, insanları küçük gören kişiler oluyordu. Onları dumura uğratmadan önce uzun bir süre izliyor ve hareketlerini takip ediyordu.
Yemek yediği bir restaurantta garsona bolca bahşiş bırakan insanlar her zaman öncelikleriydi. Paraya ihtiyacı olmayanlar kendilerini o kadar belli ediyorlardı ki, Yekta çoğu zaman bunu kolaylıkla hallediyordu.
Sokak dilini öğrenmek zor olmuştu.
O hep ablasının olmasını istediği çalışkan öğrenciydi. Lisede erkek arkadaşlarıyla bile fazla vakit geçirmez derslerine öncelik verirdi. Ama artık okulu da bırakmıştı. Armağan'ı düşününce içinde yanmaya başlayan alevleri hissetti. O alevler bir gün kendisini saracak ve büsbütün yok edecekti.
Genç adam kapüşonlu ceketinin içine gömülmüş ilerlerken, "Bunu yapmalıyım."diye düşündü. Ablası için bunu yapmalıydı.
Sokak aralarında kime gideceğini, ona kimin yardım edeceğini öğrenmesi aylarını almıştı. Bu işlerin çocuk oyuncağı olmadığını biliyordu ve eğer yanlış bir hareket yaparsa canından olacağını da biliyordu. Şu durumda canını pek de önemsemiyordu. Ama ablasını bulmak, onu kurtarmak zorundaydı. Onu kurtardıktan sonra da ailesini öldürenlerin, ablasını kaçıranların hesabını soracak, gerekirse bir ömür boyu hapis yatacaktı.
Yalnızca bunun için yardıma ihtiyacı vardı ve on altı yaşındaki bir çocuğun dikkate alınması nadir olarak bile gerçekleşmiyordu.
Ayağına bir numara büyük gelen botlarının içinde hızlı hızlı yürüyerek yerde oluşan su birikintilerine bastığında, pantolonunun paçalarına sıçrayan çamuru görmezden geldi. Onu nihai hedefe götüren bu yolların her türlü pisliğine ihtiyacı vardı. Her şeyi göze almıştı.
Onu asıl zorlayacak şeyin adam öldürmek olduğunu düşünüyordu. Bu konuda o alametini duyan meşhur kabadayı ile konuşacaktı. Ona kimsenin canına kıymadığını söyleyecekti. Bunu istemediğini. Ama bütün işlerini yapabilirdi. Onun sağ kolu olabilirdi. Hayatını onun ellerine verebilirdi. Yalnızca tek bir şey isteyecek ve sonra teslim olacaktı.
Her şeyin bu kadar basit olmasını umarak bir sokağın köşesini döndü ve karşısına çıkan büyük mekana baktı. Görünüşte yalnızca önemli müşterilerine hizmet veren on yıldızlı bir otel, yer altında büyük kumar numaralarının döndüğü, oraya girenin bir daha kolay kolay çıkamadığı bir mekanı meraklı gözlerden uzat tutuyordu.
Yekta; orasının özel, üzerinde "Kuzgun" kabartması olan kobalt mavisi bir geçiş kartı ile giriş yapılan bir yer olduğunu duymuştu. Ve yine orası, şehrin her bölgesinde asıl söz sahibi olan Çakal lakaplı ama asıl adı, Nusret Kadran olan kişiye ait olduğunu da öğrenmişti. Tam olarak emin olamasa da adamın yaşı altmış beş olacaktı. Bunu duymuş ancak pek emin olamamıştı çünkü duyduğu kişi de emin olamadığını söylüyordu.
O kumarhaneye girmekten önce asıl hedefi, Çakal'a ulaşmaktı. On altı yaşında bir çocuğu görmek ister miydi? Emin değildi. Ama bir şeyler düşünmüştü.
Otelin geniş lobisinden içeriye adımını attığı anda, içerideki havanın etkisine kapılmaksızın resepsiyonda onu özel bir ilgi ile izleyen iki kadına baktı. Yekta içeriye girer girmez kafalarını ona çevirmişlerdi.
Hemen yanlarında ise son derece şık bir takım elbise giymiş iki adam onlarla konuşuyordu. Kadınlardan birisi iki müşteri ile ilgilenirken, diğeri Yekta'ya döndü. "Nasıl yardımcı olabilirim?"
Ona, "Çakal'ı arıyorum." dedi.
Kadının yüzü gerildi ancak hemen bir gülümseme ile, "Kimden bahsettiğinizi anlamadım?" diye sordu. "Aileniz nerede? Buraya tek başınıza mı geldiniz?"
Yekta onun yüzündeki o anlık duraksamayı gördüğü için geri dönmeyecekti. "Ailem yok. Buraya tek geldim. Çakal'ı görmek istiyorum."
Kadın rahatsız bir şekilde, "Kimden bahsettiğinizi anlamadım." dedi. Telefonu kulağına götürüp bekledi. "Ailenizin numarasını söylerseniz, size yardımcı olabilirim. Kayıp mı oldunuz?"
Yekta o kadar küçük göstermediğini biliyordu ama kadın kendisinden oldukça yaşlıydı. O yüzden onun bu teklifini görmezden geldi. "Ailem öldü." Sabırlı bir sesle ekledi. Konuşmalarının arasındaki o soğuk havanın farkındaydı ama umurunda değildi. Hissizdi. Hiçbir şey hissetmiyordu. Sadece intikam duygusu ile dolup taşmıştı. "Nusret Kadran'ı görmek istiyorum. Kim olduğunu anlayabildiniz mi?"
Kadın ona tereddütle baktı ve sonra elindeki telefonu kulağına götürdü ve tek bir numara tuşladı. "Güvenlik. Buraya gelebilir misiniz?"
Yekta onu kapı dışarı edeceklerini anlayınca düşünmedi. Koştu. Nereye gideceğini bilmiyordu ama yapabildiği tek şey bu otelin içinde kalmak ve Çakal'a ulaşmaktı.
Kadının arkasından bağırdığını duyabiliyordu ama umursamadı. Gözüne kestirdiği merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Otel elli katlıydı ancak görünen sadece kırk beş kattı. Geri kalan beş katın, yer altında olduğunu bilen Yekta merdivenleri hızla inmeye başladı. Geçip gittiği yerde çamurdan ayakkabı izleri bıraktığını biliyordu ama umursamadı.
Koşabildiği kadar koşmak istiyordu.
Arkasından gelen sesleri duyunca hızını arttırdı ve merdivenleri inmeye başladı. İki kat inmişti ki, yine geniş bir lobi ile karşılaştı. Yukarıdaki çiçek kokusuna rağmen burası deri kokuyordu. Titiz bir havası vardı ve yine resepsiyon görünce onları direkt geçerek merdivenlerden inmeye devam etti.
Bütün güvenliğin ve resepsiyonistlerin peşlerinden geldiğini duyuyordu ancak arkasına bakmaya cesareti yoktu.
Kaçabildiği kadar kaçacak sonra karşılaştığı manzara ile yüzleşecekti.
Aşağıdan gelen seslere kulak vererek koşmaya devam etti, ancak sırtında acı, tıpkı kurşuna benzeyen bir şey hissettiğinde hareketleri kesildi ve yere yığılarak kalan iki basamağı da yuvarlanarak indi.
Gözleri kapanmadan önce ona doğru koşan takım elbiseli adamlar gördü.
*
Gözlerini açtığında, ortamda ağır nargile kokusu olan havasız, penceresiz bir odada uzandığını fark etti. Gözlerini kırpıştırarak sırtındaki ve dizlerindeki acıya karşı yüzünü buruşturdu ve tavandaki havalandırma deliklerine baktı.
Aşırı duman yüzünden öksürerek doğrulmaya çalıştı.
Odanın içinden, kalın, boğuk bir ses, "Su iç." diye buyurdu. "İyi gelir."
Yekta korkarak başını kaldırdı ve odanın karşı tarafında geniş maun kaplama bir masanın arkasında, geniş bir kırmızı kadife koltukta oturan yaşlı adamı gördü. Adamın bir gözü tıpkı korsanlar gibi kapalıydı, gri beyaz karışımı saçları omuzlarına kadar iniyordu ve o kadar çirkindi ki genç adam yüzünü buruşturarak etrafına bakındı. Kapının orada ayakta duran iki adam gördü. Takım elbiseli ve yüzlerinde gözlük olan iki adam. Bellerindeki çıkıntıdan onların silah taşıdığını fark etti.
En son vurulduğunu hatırlıyordu ancak hafif bir kas ağrısı dışında hiçbir şey hissetmiyordu.
Neredeydi?
Yaşlı adam, "Beni görmek için ortalığı birbirine katmış, adamlarımı koşturarak da yormuşsun." diye konuşunca, Yekta'nın eli ayağı buz kesti.
"Çakal.."diye fısıldadı ve hemen uzandığı kanepeden ayaklarını indirerek ayağa kalktı ve yaşlı adama yakından bakabilmek için onun masasına doğru yürüdü. Göz ucuyla korumaların da hareket ettiğini gördü ancak Çakal elini kaldırarak onları durdurunca Yekta, adama yaklaşma cesaretini kendisinde buldu ve masasının önündeki koltuklardan birisine oturdu.
"Beni neden arıyordun delikanlı?" diye sordu adam. Çok da yaşlı görünmüyordu. Acaba kaç yaşındaydı?
İlk sorduğu soru bu oldu. "Kaç yaşındasınız?"
Adam güldü. "Yaşımı sormak için mi beni arıyordun?"
Yekta adama zıt gitmemesi gerektiğini biliyordu. Tehlikeli sularda yüzdüğünü de biliyordu.
Buradan sağ salim çıkabileceği şüpheliydi. Ama hiç değilse denemiş olacaktı.
"Sadece altmış beş yaşında olduğunuzu duymuştum ama daha genç gösteriyorsunuz."
Adam keyiflenmiş gibiydi. Nargilesinden bir nefes çekerken, "Sağol."dedi. "Şimdi derdin neymiş onu anlat bakalım."
Yekta ona anlattı. Ailesini katledildiği o akşamı, ablasının kaçırıldığını, kendisinin ise hastaneye kaldırıldığını tek tek anlattı. Bunları dillendirmek canını çok yakıyordu ancak mecburdu. Neredeyse bir yıldır sokakta yaşadığını, çaldığını, uyumadığını, intikam isteğiyle kıvrandığını söyledi. Ondan yardım istiyordu. Ne isterse yapardı. Sadece adam öldüremezdi. O isterse ablası kolaylıkla bulunurdu.
Ondan böyle bir yardım istemek kolay değildi. Geri çevirmemesi için yalvardı. Ona yardım etmesi, onu eğitmesi için yalvardı.
Ablasını kurtarmak ve o adamdan intikam almak istiyordu.
Bütün bunları kendisi yapmak istiyor, ancak gidecek hiçbir yeri olmadığı için nasıl ve nereden başlayacağını bilemiyordu.
Sonunda konuşmayı bitirdiğinde Çakal ona uzunca gelen bir süre yalnızca baktı.
Yekta her geçen saniye aleyhine akıyormuş gibi hissediyordu.
Sonunda Çakal çekmecesini açtı ve dört deste iskambil kağıdı çıkarıp Yekta'nın önüne koydu. "Her birinden bir tane seç."
Yekta kafası karışmış bir şekilde ona baktı.
"Seç."
Genç adam saçma sapan bir falla uğraşmak istemeyerek, ilk destenin en altından, ikinci destenin ortasından, üçüncü destenin en üstünden ve son destenin de alttan ikinci olan kartı alarak hangi kartları seçtiğini bile bilmeden hızlıca adama uzattı.
Çakal kartları elinden aldı ve seçimlerine baktı.
Yüzünü saran geniş gülümsemeden hiçbir şey anlamayan Yekta, daha sonra adamın sözlerini duydu.
"Sinek Papazı, Maça 8, Karo Papazı ve.." Yekta'ya baktı. "Kupa 9."
Yekta hiçbir şey anlamayarak ona baktı. "Bütün bunlar ne demek?"
Çakal derin bir kahkaha attı. "Şu anlamlara geliyor delikanlı." Kartları tek tek bıraktı. "Kadın. Öfke ve tehlike. Statü. Ve Dilek."
Yekta hala hiçbir şey anlamıyordu. "Yani?"
"Yani kaderin çoktan yazıldı delikanlı." Nargilesinden tek bir nefes daha çekti. "Kaderin yazıldı."
***
Hiç bilmediğim bir dünyada olduğumu düşünerek yüksek tabureye oturduğumda, tam karşımda duran, kalabalığın arasından bütün ruhsuzluğuyla sıyrılan kişiyle göz göze gelmemeye çalıştım. Onun bunu belki de hoş karşılamayacağını biliyordum ama önemli miydi? Bu savaşta ikimizin de iradesi vardı. Çoğu zaman onun iradesi bana baskın gelse de kendimi kaybetmemeye çalışıyordum. Sadece bir bakışı. Bazen yalnızca bir bakışı bana ne düşündüğünü gösteriyordu.
Çoğu zaman onu anlamazdan geliyordum. Ya da bakışlarından kaçıyordum. Yapabileceğim birçok şey olmasına rağmen, ona karışmıyordum. Çünkü, 'dokunma' demişti. Bunu her anlamda söylediğini elbette biliyordum. Kazara koluna değen parmaklarıma bile yabancıydı. Ancak o elimi tutmak istediğinde tutuyordu. Seviyordu. Ve bazen öpmesi gerektiği o zorunlu zamanlarda öpüyordu.
Hiçbir öpücük bu kadar soğuk hissettiremezdi. Ama aynı zamanda parmaklarımdan, koluma doğru yükselen o sıcaklığın da görmezden gelinecek bir tarafı yoktu. Bitiyordum.
Sohbet arasında sesimin güzel olduğunu söylediklerini ağzımdan kaçırmıştım. O şaşırdıysa da bunu belli etmemişti ama temsil ettiği çevresindeki kadınlar bana şarkı söylemem için ricada bulunmuşlardı.
Çoğu zaman bunu severek yapardım ancak bu akşam böyle bir isteğim yoktu.
Ancak içimde söylenmeyen, söyleyemediğim şeyleri söyleyebileceğim bir kaçış yolu bulduğum için de tuhaftım. Son zamanlarda şarkıların ne kadar anlamlı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Her şarkıda kendimden ve O'ndan bir parça bulabiliyor ve hayret ediyordum.
Aşk hastalığına mı düşüyordum?
Arkamda orkestranın hafifçe yükselen sesiyle dikkatim dağıldı... gözlerimi kapattım ve şarkıya başlamam gereken yer gelene kadar öylece durdum. Hissediyordum. Onun içindeki karanlığın benim içimdeki aydınlığa yayıldığını, bütün ruhumu çıplak bir el gibi sardığını hissediyordum.
Boğazım düğümlenirken, gözlerimi açtım ve "Gittin, kanadı kırık kuştum..."diye mırıldanmaya başladım.
Her sözlerin arasında ona bakıyor ve tepki göstermesini bekliyordum. En azından gözlerini kırpmasını, ya da başını çevirmesini, ya da gözlerini kapatmasını.
Duruşundaki soğukluk, tavırlarındaki umursamazlık o kadar can yakıcıydı ki, ona daha fazla bakamadım. Başımı beni izleyen kalabalığa çevirdim ve O'na olan bu şarkıyı söylemeye devam ettim. Gözlerinin içine bakmadan. Ona aldırış etmeden. Onu YOK sayarak.
Anlamıyor muydu?
Bu kadar ruhsuz olmak, onu sadece öldürecekti. Zamanla tükenecek ve yok olacaktı. Ve belki de onunla beraber, ben de kaybolacaktım.
İkimizi de bu bilinmezliğe sürükleme daha ne kadar devam edecekti?
ARMAĞAN
Eğlencenin dibine vuran birkaç kadından birisi önüne atladığında, Devrim başını yere eğmiş bir şekilde kararlı adımlarla ikinci kata yöneliyordu. Ama bunu yapamayacağını elbette biliyordu. Her zaman, her zaman onun yolunu kesen kadınlar olurdu. Ondan bir şey isteyen kadınlar. Bu bazen yalnızca para olurdu ya da seks. Ki genelde kadınlar onunla seks yapmak isterler, bunun için çıldırırlardı.
Devrim kadınlardan uzaktı. Onlardan uzak duruyordu çünkü hiçbiri onun içindeki ateşi söndüremezdi. Onları küçümsediğinden değil ama hiçbirisi değecekmiş gibi durmuyordu. Bu hayatta kendini bir kadına vereceğini hiç düşünmemişti. Düşünmüyordu da. Çünkü kadınlar ona acıyı, kırılganlığı ve zayıflığı hatırlatıyordu.
Ve Devrim'in hayatında bunlara yer yoktu. 26 yaşında olmasına rağmen çoktan her yerde nam salmıştı. Çakal onu yetiştirmişti. Çoğu zaman işini iskambil kartlarıyla görüyordu ama Devrim onun boşuna kart çektirmediğini biliyordu. Çakal kartlardan iyi anlıyordu.
Onun otelini basarak olay çıkardığı o yağmurlu geceden sonra ona kalacak bir oda ve yemek vermişti. Devrim başta bunu garipsemişti. Neden ona iyi davrandığını merak etmişti. Neden? Bunu zamanla anlayabilmişti.
Çakal, kurbanlarına, çalışma arkadaşlarına ya da onun takımına katılan kişilere kart çektiriyor ve onların kaderini kendisi belirliyordu.
Devrim başta bunun kibirlilikten başka bir şey olmadığını düşünmüştü ama daha sonra kartında 'ihanet' yazan bir adamı geri çevirdikten bir ay sonra o adamı Çakal'a ait olan bir mekanı kurşunlayan adamlar içinde olduğunu görmüştü. İhanet.
Kimseyi öldürmemişti. Çakal ona bu konuda söz vermişti ama yine de birisini vurmak zorunda kalırsa diye silah kullanmayı öğrenmişti. Çalışır durumdaki her silahı kullanabilir, onların parçalarını birleştirebilir ve karmaşık parçalardan kendisine yeni bir silah bile oluşturabilirdi.
İşin ilginç yanı ise, Çakal onu okutmuştu.
Liseyi dışarıdan bitiren Devrim başta buna karşı çıkmış asi bir şekilde okumayacağını söylemişti ama bu ona bir araba dolusu dayak kazandırmıştı. O dayaktan sonra Çakal ona bir kart çektirmişti. Yalnızca bir kart.
Kartta, kültürlü ve okumuş bir adamın ileride kazanacağı başarı ve statüden bahsediliyordu. Çakal'ın karta bakarken ki yüzü şimdi bile aklındaydı. Kartlara inanıyordu. Sanki dini o olmuştu. Devrim istemeden de olsa liseyi dışarıdan bitirdi. Üniversiteyi yurtdışında okudu. Ekonomi ve İşletme üzerine yapılan mastır sonrasında ülkeye dönmüştü.
Bu sırada ablasını aklından hiç çıkarmamıştı, Çakal'a kafa bile tutmaya çalışmıştı. Oysa onun hemen ablasını bulacağını düşünmüştü ama Çakal ondan önce okula gitmesini istemişti.
Devrim ondan başka kimseden yardım isteyemeyeceğini biliyordu. Ve bir kere ona bulaşmıştı. Çakal'a bulaşan bir daha kurtulamazdı.
Çakal yeraltında birbirinden farklı işlerle uğraşırken yer üstünde oldukça başarılı bir iş adamıydı ve oteller zinciri vardı.
Devrim yurtdışından döner dönmez oteller zincirinin başına geçmişti. Çakal'ın isteğiyle. Devrim için sorun yoktu. Bu işin altından gayet iyi kalkabiliyordu ama aklı ablasındayken yaptığı hiçbir şeyden zevk almıyordu.
Ve bir hafta önce Çakal onu yanına çağırmış, ablasının yerini uzun zamandır bildiğini ancak Devrim'in hazır olmadığını düşündüğünden ona söylemediğini anlatmıştı. Devrim delirmişti. Ama aynı zamanda sevinmişti de. Çünkü ablası yaşıyordu. Başına hiçbir şey gelmemişti. Onu her neredeyse çekip alabilirdi.
Çakal'ı boğazlamak istese de aynı zamanda yardım ettiği için de kucaklamak istemişti ama kendini tutmuştu.
Ablası şehrin en gizli genelevlerinden birinde çalışıyordu. Devrim bunu öğrendiğinde delirmişti. O kadar delirmişti ki, Çakal'ın iki yakasını tutarak onu sertçe duvara yaslamıştı. Haykırmış, bağırmış bunun yalan olduğunu söylemişti. Çakal'ı böyle hırpalamak yürek isterdi ve kendi ipini kestiğinin farkında bile olmaksızın Çakal'ı yumrukları ile ezmişti.
İçeriye dolan korumalar Devrim'in, Çakal'a saldırdığını görünce önce şaşırmışlar sonra onu Çakal'ın üzerinden çekip almışlardı.
Zorla odadan çıkararak bir odaya kilitlemişlerdi.
İki gün boyunca yemek verilmedi. Su ihtiyacını odadaki lavabodan karşıladı. Kuduruyordu. Öfkeden delirmişti ve Çakal'ın sözleri aklında döndükçe kendine zarar verecek gibi oluyordu. Ablası genelevde çalışamazdı. Orada olamazdı. Onu götürürlerken onu sürükleyen adamın o pis, iğrenç sesi hala kulaklarındaydı. Armağan'ı tutan adam, "Bunu da götürelim,"diye konuşmuştu. "Kızların arasında eğitilir. Güzel de bir şey. Para yerine bu parçayı getirdiğimizi öğrenen Abdal ağabey çok sevinecek."
Devrim onun ne demek istediğini şimdi anlıyordu. Aklını kurt gibi kemiren şey başına gelmişti. Ablası kaçırıldığından beri o pisliklerin elindeydi.
Genç adam onun nelere maruz kaldığını düşünmek bile istemiyordu. Acı içini asit gibi yakıyordu.
İki gün sonra kilitli kapı açılınca içeriye Çakal girmişti. Ağzı burnu hala Devrim'in yumruklarının izlerini taşıyordu.
Devrim sonunun geldiğini düşünmüştü ama öyle olmamıştı. Çakal ona anlayışlı davranmıştı. Sonuçta ablası, Devrim'in bam teliydi.
Çakal'dan aldığı bilgilerle daha delirmişti. Ablasının izini birkaç defa hastaneye kaldırılınca bulabilmişti Çakal. Onu tutan adamların Çakal ile boy ölçüşebilecek güçte adamlar olduğunu söylüyordu. Kimse Abdal'ın kızlarına dokunamazdı, içlerinden biri hastalansa bile doktorlar ayaklarına götürülürdü ama Armağan birkaç kez intihar etmeye kalkışınca durumu ağır olduğu için hastanede yatmak zorunda kalmıştı.
Onun kimliği kimseye ifşa edilmemişti ancak Çakal'ın da kendince yöntemleri vardı.
Devrim onu dinledikçe kendini öldürmek istiyordu. İntikam için çıldırıyordu. Ateş gibi yanıyordu. Ablasının ölmeyi isteyecek kadar neler yaşadığını düşündükçe aklı başından gidiyordu.
Onu oradan çekip nasıl alacaktı? Onu nasıl kurtaracaktı?
Çakal, ona bir söz verdiğini biliyordu. Verdiği sözü de tutacaktı ancak Devrim'den bir söz istemişti. O ölüp gittiğinde bütün malvarlığı ve bağlantıları Devrim'in olacaktı.
Devrim mal, mülk ya da statü istemiyordu ama Çakal zamanla tek güvendiği adam olan 26 yaşındaki çocuğa bakarken, onun geleceğin büyük iş adamlarından olacağını görür gibiydi.
Sonuçta ona ilk geldiğinde bir kart çektirmişti. Kartta gri saçlı bir adam yüzünden statü ve başarı elde edeceği yazılıydı. Çakal işi biliyordu. Ölüm yakındı. Hiç kendisi için kart çekmemesine rağmen çekmişti ve o kartta da ölüm görmüştü. Bunun kendi ölümü olacağını biliyordu.
Devrim onun kartlarla olan ilişkisine söz söylemiyordu ama inanmıyordu da.
Ablasını kurtarma karşılığında ondan dilediği bu isteği yerine getirdi. Çakal'ın sahip olduğu her şey, onu diğer karanlık tarafa karşı savaşacak bir konum verecekti.
İşte o günün üzerinden sonra, planladığı gibi ablasının bulunduğu gizli geneleve özel bir müşteri kartıyla girmiş, evin sahibesinden özel bir kadın istediğini söylemişti. Ablasının takma isim olarak, Nazan'ı kullandığını biliyordu.
Sahibe elli yaşında, yüzünde bir kutu boya ve üzerinde kısa bir etek ile göğsü açık gömlek giymiş kıvırcık saçlı bir kadındı. Paranın kokusunu almış gibi Devrim'in bütün isteğini karşıladı. Özel olarak Nazan'ı istediğini söylediğinde biraz şaşırsa da onu yukarıya odaya göndereceğini söyledi.
Devrim, bütün dizlerinin titrediğini hissederken, bulunduğu ana geri döndü ve üzerine yapışan kadına tiksinti ile baktı.
Genç, en fazla yirmi yaşında görülen çakma sarışın bir kadın kıpkırmızı rujuyla Devrim'in gözlerinin içine bakarak konuşuyordu. "Selam yakışıklı. İstediğini aldın mı yoksa alacak mısın? Eğer istersen sana istediğini ben verebilirim?" Neredeyse bluzundan dışarı fırlamak üzereymiş gibi duran göğüslerini Devrim'in göğsüne yasladı.
Genç adam sabit bakışlarla, "Ellerini çek üzerimden."diye fısıldadı.
Kadın onun cilve yaptığını düşünerek daha fazla dokunmak istedi. Elini kaldırıp erkekliğine doğru götürmüştü ki, Devrim onun bileğini sertçe tuttu ve daha o dokunmadan onu uzaklaştırdı. "Çek. Elini. Üzerimden."
Kadın acıyla yüzünü buruşturdu ve sonra, "Aman be!" diyerek bir başka adamı ayartmak için onu rahat bıraktı.
Devrim içten içe duyduğu heyecanı bastırarak ikinci kata çıktı. Yanından geçip giden, kahkahalarla gülüşen kadınlara bakmıyordu bile. Elindeki oda kartının numarasına baktı. 124. Ablasının orada beklediğini bilmek hem onu mutlu ediyordu hem de canını çok yakıyordu. Yıllar sonra onunla böyle karşılaşmayı hiç ama hiç istemezdi. Onun burada olduğunu duyduğundan beri aklı yerinde değildi. Onu almak için buraya gelmiş olsa bile orada olduğuna inanamıyordu.
Odanın kapısının önüne geldiğinde kapıya uzanan elinin titrediğini gördü. Ablası götürüldüğünden, ailesi katledildiğinden beri bir daha ağlamamıştı ama şimdi içinden ağlamak geliyordu.
Hıçkıra hıçkıra ağlamak.
Kartı kapıdan geçirdi ve derin bir nefes alarak, göreceklerinden korkarak kapıyı araladı. İçeriye doğru bir adım attığı anda odanın içindeki ağır parfüm kokusuyla yüzünü buruşturmak zorunda kaldı. Omuzları gergindi ve hastalanacakmış gibi hissediyordu.
Böyle bir yere gelen erkeklerden nefret etti. O anda. Daha o anda böyle günahlarla bilenen odalardan birine girdiği için, ablasının bu odalarda defalarca kez kalmak zorunda olması yüzünden hayattan da nefret etti.
Artık dua eden, Allah'ı düşünen bir insan değildi. Hiçbir şeyi düşünmüyor, hiçbir şeyi hissetmiyordu. Hayat onun için o kadar acıydı ki, bütün bu yaşadıkları yüzünden her şeye olan inancını kaybetmişti. Sadece yaşıyordu. Sadece boş bir beden taşıyordu.
Tamamen kadife koltuklardan ve en az dört kişilik genişlikte bir yatakla birlikte oda sade ve bütün ilişki oyuncalarına müsait bir şekilde döşenmişti.
Yatağın başındaki demir direkler midesini bulandırdı ve boş odaya göz gezdirirken ablasının ne zaman geleceğini düşündü. Odayı incelemek istemiyordu ama ortamdaki ağır koku onu bunu yapmaya zorluyordu.
Ellerini gergin bir şekilde ovuşturdu ve kapıya gözlerini dikerek beklemeye başladı.
Ancak Armağan beklediği kapıdan değil, odadaki lavabonun kapısından çıktı.
Devrim onu gördüğünde kalbinin durduğunu hissetti.
Yıllar. Yıllar olmuştu onu görmeyeli ..ama nerede görse o güzel kahverengi gözleri hatırlardı.
Armağan da onu gördüğü için şoka girmişti. Giyinmişti. Süslenmişti.
Saçları yapılmıştı. Artık siyah saçları yoktu. Artık platin sarısı saçlara sahipti. Oysa onun saçlarını Devrim ne kadar çok severdi.
Onları taramayı, onlara dokunmayı...
"Yekta!"
Onun gözlerinin dolduğunu, çoktan ağlamaya başladığını gördü.
Kendi gözlerine batan yaşları da hissedebiliyordu.
Genç adam ağır ağır ablasına yürüdü. Bütün vücudu kaskatı kesilmişti. Armağan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
"Yekta!!! Gelme! Yaklaşma bana! Kirliyim ben, seni de kirletirim gelme!!!"
O an tereddütü varsa bile artık yoktu. Devrim, ablasının deyimi ile Yekta, iki uzun adımda ablasını tutup kollarının arasına çekti ve ona sımsıkı sarıldı.
Ablasının çığlıkları göğsünde kayboldu. Gözyaşları yanaklarından aşağıya akıp ablasının omuzlarına düştü.
"Sen dünyanın en temiz kadınısın," diye fısıldadı ablasına. "Aksini söyleyeni öldürürüm."
Armağan daha da şiddetli ağlayarak kardeşine tutundu.
Devrim ondan yükselen parfüm kokusunu duyabiliyordu. O eski kokusunu alamıyordu ama artık her şey bitmişti.
Artık hayatları yoluna girecekti.